top of page


Sahte Hayatlar Kumpanyası
Eylül 2020
Hayat öylece akıp giderken bizlerde oradan oraya sürükleniyoruz mu acaba?.. Yoksa bizler kendimizi mi sürüklüyoruz bize rağmen bizden bağımsız akıp giden hayata rağmen… Yoksa bizler mi akıp giden hayatın içinde tersine tersine yüzmeye çalışıyoruz anlamadan, anlayamadan anlamları…
Anlamlar, sözcükler, sözler, tanımlar… Birbirimize yakınlaştıran, birbirimizden uzaklaştıran, nefreti de sevgiyi de oluştururken hem yıkan hem koruyan… Çelişkiler yumağı içinde yumağa dolanmış biz garibanlar…
Korkularımıza tutsak, utançlarımızın elinde kendi kendimize yabancı ama bir o kadar da kendi kendimize hayran… Hayat öylece akıp giderken unutuyoruz bugün var olduğumuz gibi yarın yok olacağımız gerçeğini… Bir haklılık, bir güçlülük, bir suçlama yarışı hiç bitmemecesine etrafımızı saran…
O kadar parçalanmışız ki, kendi içimizdeki bu parçalanmayı görmemek için yeni yeni parçalanmalar ve düşmanlar yaratıyoruz dışımızda… Bizimle aynı hissetmeyenler, bizden farklı düşünenler, dinleri, dilleri, ırkları farklı olanlar… Farklı doğanlar… Algıları farklı çalışanlar hep bu parçalanmaların eseri… İçimizde ne kadar parçalanırsak dışımızda da o kadar parçalanmış yaşamalıyız ki, bize benzeyenlerle birlikte yalnızlığımızı inkâr edebilelim… Bize benzerlerle bütünleşip parçalamaya hep birlikte devam edelim… Hep birlikte parçalandıkça…
Sözcükler sihirli, sözcükler etkili ama sözcüklerle çelişen yaşamların içinde olmak o kadar yorucu ki… İnsanlar inandıkları şekilde yaşamıyor, insanlar söyledikleri şekilde yaşamıyor, insanlar yazdıkları şekilde yaşamıyor. Aslında belki de hiçbirimiz yaşamıyoruz yaşadığımızı sandığımız?.. Sanrıların içinde…
Yaşamak, yaşıyor gibi yapmak, yaşadığına inanmak… Aradaki farkı kim bilebilir ki? Aradaki farkı kim söyleyebilir ki? Gerçi her yer bilirkişi, herkes bilirkişi bugünlerde… Herkes her şeyi biliyor, herkes her şeye hakim, kendileri hariç…
Yaşam öylece akıp giderken birkaç kez yaşamdan vazgeçmenin eşiğine gelmiş biri olarak, yoruldum ben bu kaostan… İnsanlardan, yalanlardan, sahteliklerden, iki yüzlülüklerden, geçmişi sürekli yeniden yazanlardan, başklarını suçlayanlardan ve kendini sürekli aklayanlardan… Gerçekten çok sıkıldım insanlardan, hatta kendimden bile…
Ben artık sizin kurguladığınız sahte hayatlar ve alkışlar kumpanyasından ayrılıyorum…
Eğer sizler gibi iki yüzlü olmak dürüstlükse, ben dürüst olmamayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi insanların arkasından konuşup gözlerinin içine baka baka düşündüklerinizi söyleyememek insaflı ve vicdanlı yaşamaksa, ben insafsız ve vicdansız olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi tarihi sürekli yeniden yazarak kendi çıkmazlarınız için başkalarını suçlamak sorumluluk almaksa, ben sorumsuz olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi parayla her şeyi ve herkesi kontrol edeceğine inanmak, biraz saygınlık, biraz alkış, biraz görünürlük, biraz rahatlık için kendi inandıklarına bile ters düşerek yaşamak güçlü olmaksa, ben güçsüz olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi gerçekleri inkâr edip sürekli farklı gerçekler yaratmak iyi insan olmak anlamına geliyorsa, ben kötü insan olmayı seçiyorum…
Yaşam öylece akıp giderken, ben yaşamın bu basitliğine uyum gösterip öylece akıp gitmeye karar verdim… Sizlerin yargılarını, sözlerinizi, yalanlarınızı, karalamalarınızı, sahteliklerinizi ve de özürlerinizi artık istemiyorum… Sizler iyi, duyarlı harika insancıklar olarak yaşamaya, alkışları toplamaya devam edin, hatta arada ben bile sizleri alkışlayabilirim… Ama benden uzak durun çünkü ben artık bu kumpanyanın içinde değilim…
Ben kimseyi kaybetmekten korkmuyorum. Ben tek başıma yaşamaktan korkmuyorum. Ben yargılanmaktan korkmuyorum. Tek başıma hayatımı geçindirememekten korkmuyorum. Aç, açıkta kalmaktan korkmuyorum çünkü kendi yeteneklerimi artık çok net görüyorum. Sayenizde dışlanmaya, suçlanmaya, karalanmaya o kadar alıştım ki, artık bunlarla beni hiç mi hiç korkutamazsınız! Aslında siz insancıklara büyük bir teşekkür borçluyum bana beni buldurduğunuz, beni özgürlüğüme kavuşturduğunuz için…
Sizlere sahte hayatlar ve alkışlar kumpanyanızda başarılar dilerim. Umarım şöhretiniz, şanınız, zenginliğiniz her geçen gün artar… Umarım daha şaşaalı bir hayat içinde birbirinizi ağırlarsınız… Ve umarım hiçbir zaman aynaya baktığınızda kendi gözleriniz içinden yansıyan sizden utanmazsınız…
Dengesiz,
Merhametsiz,
Yakıcı bir şimşek gibi
İntikam çığlıklarınız.
İhanet,
Sadakatsiz
Sinsi bir virüs gibi.
Yalanlara bulanmış sözcükleriniz.
Sahte,
Güvensiz,
Kandırmaca dolu nefretiniz.
Ve gerçek değil,
eriyen bir maske sevginiz.
Hayat öylece akıp giderken bizlerde oradan oraya sürükleniyoruz mu acaba?.. Yoksa bizler kendimizi mi sürüklüyoruz bize rağmen bizden bağımsız akıp giden hayata rağmen… Yoksa bizler mi akıp giden hayatın içinde tersine tersine yüzmeye çalışıyoruz anlamadan, anlayamadan anlamları…
Anlamlar, sözcükler, sözler, tanımlar… Birbirimize yakınlaştıran, birbirimizden uzaklaştıran, nefreti de sevgiyi de oluştururken hem yıkan hem koruyan… Çelişkiler yumağı içinde yumağa dolanmış biz garibanlar…
Korkularımıza tutsak, utançlarımızın elinde kendi kendimize yabancı ama bir o kadar da kendi kendimize hayran… Hayat öylece akıp giderken unutuyoruz bugün var olduğumuz gibi yarın yok olacağımız gerçeğini… Bir haklılık, bir güçlülük, bir suçlama yarışı hiç bitmemecesine etrafımızı saran…
O kadar parçalanmışız ki, kendi içimizdeki bu parçalanmayı görmemek için yeni yeni parçalanmalar ve düşmanlar yaratıyoruz dışımızda… Bizimle aynı hissetmeyenler, bizden farklı düşünenler, dinleri, dilleri, ırkları farklı olanlar… Farklı doğanlar… Algıları farklı çalışanlar hep bu parçalanmaların eseri… İçimizde ne kadar parçalanırsak dışımızda da o kadar parçalanmış yaşamalıyız ki, bize benzeyenlerle birlikte yalnızlığımızı inkâr edebilelim… Bize benzerlerle bütünleşip parçalamaya hep birlikte devam edelim… Hep birlikte parçalandıkça…
Sözcükler sihirli, sözcükler etkili ama sözcüklerle çelişen yaşamların içinde olmak o kadar yorucu ki… İnsanlar inandıkları şekilde yaşamıyor, insanlar söyledikleri şekilde yaşamıyor, insanlar yazdıkları şekilde yaşamıyor. Aslında belki de hiçbirimiz yaşamıyoruz yaşadığımızı sandığımız?.. Sanrıların içinde…
Yaşamak, yaşıyor gibi yapmak, yaşadığına inanmak… Aradaki farkı kim bilebilir ki? Aradaki farkı kim söyleyebilir ki? Gerçi her yer bilirkişi, herkes bilirkişi bugünlerde… Herkes her şeyi biliyor, herkes her şeye hakim, kendileri hariç…
Yaşam öylece akıp giderken birkaç kez yaşamdan vazgeçmenin eşiğine gelmiş biri olarak, yoruldum ben bu kaostan… İnsanlardan, yalanlardan, sahteliklerden, iki yüzlülüklerden, geçmişi sürekli yeniden yazanlardan, başklarını suçlayanlardan ve kendini sürekli aklayanlardan… Gerçekten çok sıkıldım insanlardan, hatta kendimden bile…
Ben artık sizin kurguladığınız sahte hayatlar ve alkışlar kumpanyasından ayrılıyorum…
Eğer sizler gibi iki yüzlü olmak dürüstlükse, ben dürüst olmamayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi insanların arkasından konuşup gözlerinin içine baka baka düşündüklerinizi söyleyememek insaflı ve vicdanlı yaşamaksa, ben insafsız ve vicdansız olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi tarihi sürekli yeniden yazarak kendi çıkmazlarınız için başkalarını suçlamak sorumluluk almaksa, ben sorumsuz olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi parayla her şeyi ve herkesi kontrol edeceğine inanmak, biraz saygınlık, biraz alkış, biraz görünürlük, biraz rahatlık için kendi inandıklarına bile ters düşerek yaşamak güçlü olmaksa, ben güçsüz olmayı seçiyorum.
Eğer sizler gibi gerçekleri inkâr edip sürekli farklı gerçekler yaratmak iyi insan olmak anlamına geliyorsa, ben kötü insan olmayı seçiyorum…
Yaşam öylece akıp giderken, ben yaşamın bu basitliğine uyum gösterip öylece akıp gitmeye karar verdim… Sizlerin yargılarını, sözlerinizi, yalanlarınızı, karalamalarınızı, sahteliklerinizi ve de özürlerinizi artık istemiyorum… Sizler iyi, duyarlı harika insancıklar olarak yaşamaya, alkışları toplamaya devam edin, hatta arada ben bile sizleri alkışlayabilirim… Ama benden uzak durun çünkü ben artık bu kumpanyanın içinde değilim…
Ben kimseyi kaybetmekten korkmuyorum. Ben tek başıma yaşamaktan korkmuyorum. Ben yargılanmaktan korkmuyorum. Tek başıma hayatımı geçindirememekten korkmuyorum. Aç, açıkta kalmaktan korkmuyorum çünkü kendi yeteneklerimi artık çok net görüyorum. Sayenizde dışlanmaya, suçlanmaya, karalanmaya o kadar alıştım ki, artık bunlarla beni hiç mi hiç korkutamazsınız! Aslında siz insancıklara büyük bir teşekkür borçluyum bana beni buldurduğunuz, beni özgürlüğüme kavuşturduğunuz için…
Sizlere sahte hayatlar ve alkışlar kumpanyanızda başarılar dilerim. Umarım şöhretiniz, şanınız, zenginliğiniz her geçen gün artar… Umarım daha şaşaalı bir hayat içinde birbirinizi ağırlarsınız… Ve umarım hiçbir zaman aynaya baktığınızda kendi gözleriniz içinden yansıyan sizden utanmazsınız…
Dengesiz,
Merhametsiz,
Yakıcı bir şimşek gibi
İntikam çığlıklarınız.
İhanet,
Sadakatsiz
Sinsi bir virüs gibi.
Yalanlara bulanmış sözcükleriniz.
Sahte,
Güvensiz,
Kandırmaca dolu nefretiniz.
Ve gerçek değil,
eriyen bir maske sevginiz.

Geçmiş Geçti mi?
Ekim 2020
Geçmiş Geçti mi?
Bütün aynaları kırdım bana beni yansıttığına inandığım
Bütün sesleri kestim bana gerçeği söylediğine inandığım
Bütün sözlerin üstünü çizdim siyahla kalın kalın,
Belki böylece geçmiş utanır ve susar…
Bütün aynalarla yüzleştim,
“Hadi!
Yansıt beni bana, hadi korkma ayna.
Bütün içimdeki çığlıkları dışarı attım
Bütün yalan sözleri üç kuruşa geri sattım.
Elime tutuşturulmuş kara bir lekeydi siyah geçmişim.
Yaktım…”
“Geçmiş kendiliğinden susmuyor,
Biz susturmaya çalışınca.
Oradan buradan pırtlıyor.
Geçmişi arada duysak
Ve yerine;
kulak asmamayı koysak,
Yolumuza baksak.
Geçmiş geçmiş sonuçta,
Geçip gitmesine izin versek…”
Bu yazının baş kısmını twitter'de paylaştığımda ilk önce sevgili Deniz Gezgin’den italik olan bölüm geldi. Sonra da eski dostum Şengül Hablemitoğlu'ndan bold olan bölüm geldi… Geçmiş, hepimize bir şekilde dokunan bir sözcük… Bir türlü geçmeyen geçmiş… Bir türlü peşimizi bırakmayan geçmiş… Belki de biz bir türlü onu bırakmıyoruz. Geçip gitsin istemiyoruz…
Geçmişim bugünkü beni yaratıyor, bugünkü ben ise geçmişi tekrar yazıyor, yazılan yeni geçmişle ben de kendimi tekrar yaratıyorum ve geçmiş yine yeniden yazılıyor… Yani geçmiş ve ben birbirimizden asla kurtulamıyoruz… Birbirimizi birlikte var ediyoruz… O zaman hangi geçmiş? Belki de biz geçmişiz...
Bugünkü aklımda baktığımda farklı görünen geçmiş benim geçmişim mi? O geçmişi yaşayan ben şimdiki ben değilim ki… Belki de bunların hepsi benim zihnimde kendi kendimle oynadığım oyunlar… Andan ana yaşamak yerine, anılarda kaybolmak… Anların sorumluluğunu almamak için geçmişi yeniden yeniden yazmak… Kendime bakamadığım için suçlular yaratmak…
Geçmişle birlikte aslında kendimi de yeniden yazdığımı unutarak… Geçmişi yeniden yazdıkça geleceğimizi de değiştirmiyor muyuz?.. Bu bir oyun aslında ve biz bunu tek başımıza oynuyoruz… Geçmiş hiçbir zaman geçmişte kalmıyor aslında, ya uçup gidiyor ait olduğu yere ya da biz onunla köşe kapmaca oynuyoruz… Aslında kendimizden kaçtığımızın inkarı içinde…
Geçmiş aslında hiç geçmiyor, her an bizimle yine yeniden şekilleniyor. Kendi dünyamızda, kendi tarihimizde, kendi kendini yineliyor. Belki de kendimize ihanet ettiğimizi görmemek için geçmişin peşini bırakamıyoruz. Belki de başkalarına ihanet etmek için geçmişi sürekli yeniden yazıyoruz, böylece kendimize ettiğimiz ihaneti görmezden gelebiliyoruz… Geçmiş taktığımız gözlüklere, zamana, bizim algımıza göre değiştiğine göre… Geçmiş geçmiş mi?..
Doğduğum günden itibaren yaşadığım
her an geçmişle kat kat katlanırken,
Oradan oraya,
Buradan oraya,
Oradan buraya
sürüklenip durdum…
Kimi zaman patikalarda yoruldum,
Kimi zaman dağların zirvelerinde huzur buldum.
Kimi zaman keyifle,
Kimi zaman acıyla,
Kimi zaman hüzünle,
Geçmişi kanatlandırıp
Geçmişi kanırtıp
Geçmişi kanatıp durdum.
Geçmişin yollara, yolların bana evrildiğini unuttum...
Geçmiş Geçti mi?
Bütün aynaları kırdım bana beni yansıttığına inandığım
Bütün sesleri kestim bana gerçeği söylediğine inandığım
Bütün sözlerin üstünü çizdim siyahla kalın kalın,
Belki böylece geçmiş utanır ve susar…
Bütün aynalarla yüzleştim,
“Hadi!
Yansıt beni bana, hadi korkma ayna.
Bütün içimdeki çığlıkları dışarı attım
Bütün yalan sözleri üç kuruşa geri sattım.
Elime tutuşturulmuş kara bir lekeydi siyah geçmişim.
Yaktım…”
“Geçmiş kendiliğinden susmuyor,
Biz susturmaya çalışınca.
Oradan buradan pırtlıyor.
Geçmişi arada duysak
Ve yerine;
kulak asmamayı koysak,
Yolumuza baksak.
Geçmiş geçmiş sonuçta,
Geçip gitmesine izin versek…”
Bu yazının baş kısmını twitter'de paylaştığımda ilk önce sevgili Deniz Gezgin’den italik olan bölüm geldi. Sonra da eski dostum Şengül Hablemitoğlu'ndan bold olan bölüm geldi… Geçmiş, hepimize bir şekilde dokunan bir sözcük… Bir türlü geçmeyen geçmiş… Bir türlü peşimizi bırakmayan geçmiş… Belki de biz bir türlü onu bırakmıyoruz. Geçip gitsin istemiyoruz…
Geçmişim bugünkü beni yaratıyor, bugünkü ben ise geçmişi tekrar yazıyor, yazılan yeni geçmişle ben de kendimi tekrar yaratıyorum ve geçmiş yine yeniden yazılıyor… Yani geçmiş ve ben birbirimizden asla kurtulamıyoruz… Birbirimizi birlikte var ediyoruz… O zaman hangi geçmiş? Belki de biz geçmişiz...
Bugünkü aklımda baktığımda farklı görünen geçmiş benim geçmişim mi? O geçmişi yaşayan ben şimdiki ben değilim ki… Belki de bunların hepsi benim zihnimde kendi kendimle oynadığım oyunlar… Andan ana yaşamak yerine, anılarda kaybolmak… Anların sorumluluğunu almamak için geçmişi yeniden yeniden yazmak… Kendime bakamadığım için suçlular yaratmak…
Geçmişle birlikte aslında kendimi de yeniden yazdığımı unutarak… Geçmişi yeniden yazdıkça geleceğimizi de değiştirmiyor muyuz?.. Bu bir oyun aslında ve biz bunu tek başımıza oynuyoruz… Geçmiş hiçbir zaman geçmişte kalmıyor aslında, ya uçup gidiyor ait olduğu yere ya da biz onunla köşe kapmaca oynuyoruz… Aslında kendimizden kaçtığımızın inkarı içinde…
Geçmiş aslında hiç geçmiyor, her an bizimle yine yeniden şekilleniyor. Kendi dünyamızda, kendi tarihimizde, kendi kendini yineliyor. Belki de kendimize ihanet ettiğimizi görmemek için geçmişin peşini bırakamıyoruz. Belki de başkalarına ihanet etmek için geçmişi sürekli yeniden yazıyoruz, böylece kendimize ettiğimiz ihaneti görmezden gelebiliyoruz… Geçmiş taktığımız gözlüklere, zamana, bizim algımıza göre değiştiğine göre… Geçmiş geçmiş mi?..
Doğduğum günden itibaren yaşadığım
her an geçmişle kat kat katlanırken,
Oradan oraya,
Buradan oraya,
Oradan buraya
sürüklenip durdum…
Kimi zaman patikalarda yoruldum,
Kimi zaman dağların zirvelerinde huzur buldum.
Kimi zaman keyifle,
Kimi zaman acıyla,
Kimi zaman hüzünle,
Geçmişi kanatlandırıp
Geçmişi kanırtıp
Geçmişi kanatıp durdum.
Geçmişin yollara, yolların bana evrildiğini unuttum...

Vurun Kahpeye
Kasım 2020
Vurun Kahpe’ye,
Herşeyi özetleyen iki sözcük… Vurun Kahpe’ye… Bir kere vurduk mu damgayı “Kahpe”… Artık o kişi insan olmaktan sıyrılır… Nefretin ve öfkenin simgesi olur. Onu insanlıktan ne kadar çok çıkartırsak ona vurmamız da o kadar kolay olur… İnsan bile olamamış… Kötü… Kalpsiz… Özetlersek “Kahpe”… Vurun Kahpe’ye…
Kahpeye vurmak için, kahpeyi taşlamak için müslüman olmaya da gerek yok, tıpkı müslümanlar gibi üç şahitle hepimiz kolayca kahpeyi suçlar, yargılar hatta asabiliriz… Solcusu da, özgürlük savunucusu da, haksızlıklara direneni de, duyarlısı da, duyarsızı da… Yeter ki iyi bir anlatıca bulalım ve hikaye kulaktan kulağa, kulaktan kalplere dokunsun… Yeter ki kahpeleştirilecek kişi suskun olsun… Kahpeler’e soru sorulmaz, onlara yargısız infaz yapılır… Kahpe nasıl olsa… Vurun Kahpe’ye… Hade hep birlikte vuralım Kahpe’ye…
Kahpeye vurmak kolay… Hayatımızı saran siyahlar ve beyazlar… Masumlar ve caniler… Vicdanlar ve vicdansızlar gel gitinde.. Ya siyahsındır ya beyaz.. Peki neyin siyah neyin beyaz olduğuna karar veren kim? Biz ve tabii ki bizim etrafımızdakiler… Ben ve güvendiğimiz kişiler… Güvendiğimiz biri bir diğer kişi hakkında bize bir şey söylerse bizim için konu biter… Bitmeli… Çünkü bizler için dostlarımıza güven her şey demektir… O nedenle de diğer kişiye tek bir şey sorma gereği bile duymayız o bir zamanlar dostumuz olsa bile… Yaşam an be an değişirken… Birbirine güvenen kimseler yalan söylemez… Neden olmamış bireyi olmuş gibi anlatsın ki.. Neden insanlar durup dururken diğer bir insanı karalasın yada yaralasın ki… Kesin bizim gözümden kaçan bireyler olmuştur. Kahpe… Vurun Kahpe’ye… Vuralım hep birlikte vuralım Kahpe’ye…
İtiraf etmesek de aslında hepimiz biliriz içten içe Kahpe’yi yaratmak da, Kahpe’ye vurmakta da ne kadar kolaydır… Kahpe kimi zaman bizim yaşamımızda ki olumsuzlukların, kimi zaman mutsuzlukların, kimi zaman da başarısızlıklarının sorumlusu olur bir anda… Kahpe olmasa… Kahpe’ye vurdukça gözlerimiz kamaşır… Kamaşmış gözlerle bakmaya başlarız kendimize ve geçmişimize, çevremize ve geleceğe… İçimizde ki kocaman boşluk artık Kahpe ile dolmuştur… Kahpe’yi yaratırken aynı zamanda kurban olmanın özgürlüğü de yaratılırız, sinsi sinsi, gözyaşlarımızın arasında…
Hayatın grileri yüzümüze tokat tokat çarpınca… Güven dediğimiz duygunun bir sözcükten öte bir gerçekliği olmadığı anlayınca… Tarihin yada geçmişin kolayca nasıl çarpıtılabileceğine yine yeniden ve yeniden şahit oldukça… Anlamaya başlarız ne kadar kolaymış aslında linç etmek birilerini… Ne kadar basitmiş yargılamanın rehaveti… Farkında olmayı bile seçmeden… Sorgusuz, sualsiz, acımasıza… Karşımızdakini insan yerine bile koymadan… Hadi vuralım kahpeye…
Ne kadar kibirliyiz, hepimiz… Kibirlerimizin körlüğünde… Sürekli kahpeler yaratıyoruz… Kahpe’den kurtulmak için; Kahpe’den, Kahpe’lerden dünyayı kurtarmak için çabalayıp duruyoruz… Ya kurtarılacak hiç kimse ve dindirilecek hiçbir acı yoksa?… Ama o zaman kibrimizi neyle besleyeceğiz… Saatlerimizi kimseyi yargılamadan nasıl geçireceğiz… Kendimizden nasıl bu kadar emin olabileceğiz… Vicdanımızı nasıl kandıracağız… Kurtarılacak yada suçlanacak başkaları yoksa eğer ne için yaşayacağız…
O nedenle de elimizden ne kadar geliyorsa o kadar vurmalıyız Kahpe’ye, acımasızca… Daha… Daha … Daha… Hakkında yeni yeni yalanlar, yeni yeni hikayeler yaratmalıyız… Daha… Daha… Daha… Hatta onun kötülüklerine kötülükler katmalıyız… Daha… Daha… Daha…Yeni yeni hikayelerimizi mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaştırmalıyız ki bizimle birlikte Kahpe’ye vuranlar da çoğalasın… Onun adı “KAHPE” olarak anılsın…… Ne kadar çok kişiye ulaşırsak, kendimizi de o kadar çok ikna etmiş oluruz… Vurmak bizim hakkınız… Nasıl olsa Kahpeye vurmak bedava… Ne gerek var ki sorgulamaya…
*Bir kahpe yaratalım
Hep beraber taşlayalım
Eger bize katılmazsan
Seni de hemen dışlayalım”
Yaşam bu kadar basit bir tekerlemeye dönüşünce artık anlamlar, sözcükler, tanımlarda yavaş yavaş yıkılmaya başlar… Zaten onların hepsi bir araç değil mi bizler için… Nasıl olsa amacımız anlamak değil anlatmak… Bizler şahit olmadığımız şeyleri bile anlar, kimin doğru kimin yalan söylediğini gözlerinin içinden okur, herseyini doğrusunu bilenler değil miyiz?..
Bizler ve Kahpe… Ya bizdensin ya ondan… O… Ve onlar çoğaldıkça… Bir karga çığlığında yankılanır suskunluklar… Her şey daha da acımasızlaşır… Vurun kahpeye… Hep birlikte vuralım Kahpe’ye… Kahpe’yi hedef yapmak, kendi içimize dönüp bakmaktan çok daha kolay çünkü… Kendi sorumluluğumuzu almak yerine neden seçmeyelim ki Kahpe’yi suçlamanın sorumsuzluğunu… Kahpeyi yargılamanın rahatlığı varken neden kendi utancımız ve suçluluk duygumuzla yüzleşelim ki!… Vurun Kahpeye… Hep birlikte vuralım Kahpeye… Ancak bugün bizimle beraber Kahpe’yi taşlayanlar yarın bize de aynı etiketi yapıştırıcında, taşlar üzerimize yağmaya başlayınca hiç şaşırmayalım… Ne de olsa kahpeye vurmak bedava… Hadi hep beraber vuralım kahpeye…
Vurun Kahpe’ye,
Herşeyi özetleyen iki sözcük… Vurun Kahpe’ye… Bir kere vurduk mu damgayı “Kahpe”… Artık o kişi insan olmaktan sıyrılır… Nefretin ve öfkenin simgesi olur. Onu insanlıktan ne kadar çok çıkartırsak ona vurmamız da o kadar kolay olur… İnsan bile olamamış… Kötü… Kalpsiz… Özetlersek “Kahpe”… Vurun Kahpe’ye…
Kahpeye vurmak için, kahpeyi taşlamak için müslüman olmaya da gerek yok, tıpkı müslümanlar gibi üç şahitle hepimiz kolayca kahpeyi suçlar, yargılar hatta asabiliriz… Solcusu da, özgürlük savunucusu da, haksızlıklara direneni de, duyarlısı da, duyarsızı da… Yeter ki iyi bir anlatıca bulalım ve hikaye kulaktan kulağa, kulaktan kalplere dokunsun… Yeter ki kahpeleştirilecek kişi suskun olsun… Kahpeler’e soru sorulmaz, onlara yargısız infaz yapılır… Kahpe nasıl olsa… Vurun Kahpe’ye… Hade hep birlikte vuralım Kahpe’ye…
Kahpeye vurmak kolay… Hayatımızı saran siyahlar ve beyazlar… Masumlar ve caniler… Vicdanlar ve vicdansızlar gel gitinde.. Ya siyahsındır ya beyaz.. Peki neyin siyah neyin beyaz olduğuna karar veren kim? Biz ve tabii ki bizim etrafımızdakiler… Ben ve güvendiğimiz kişiler… Güvendiğimiz biri bir diğer kişi hakkında bize bir şey söylerse bizim için konu biter… Bitmeli… Çünkü bizler için dostlarımıza güven her şey demektir… O nedenle de diğer kişiye tek bir şey sorma gereği bile duymayız o bir zamanlar dostumuz olsa bile… Yaşam an be an değişirken… Birbirine güvenen kimseler yalan söylemez… Neden olmamış bireyi olmuş gibi anlatsın ki.. Neden insanlar durup dururken diğer bir insanı karalasın yada yaralasın ki… Kesin bizim gözümden kaçan bireyler olmuştur. Kahpe… Vurun Kahpe’ye… Vuralım hep birlikte vuralım Kahpe’ye…
İtiraf etmesek de aslında hepimiz biliriz içten içe Kahpe’yi yaratmak da, Kahpe’ye vurmakta da ne kadar kolaydır… Kahpe kimi zaman bizim yaşamımızda ki olumsuzlukların, kimi zaman mutsuzlukların, kimi zaman da başarısızlıklarının sorumlusu olur bir anda… Kahpe olmasa… Kahpe’ye vurdukça gözlerimiz kamaşır… Kamaşmış gözlerle bakmaya başlarız kendimize ve geçmişimize, çevremize ve geleceğe… İçimizde ki kocaman boşluk artık Kahpe ile dolmuştur… Kahpe’yi yaratırken aynı zamanda kurban olmanın özgürlüğü de yaratılırız, sinsi sinsi, gözyaşlarımızın arasında…
Hayatın grileri yüzümüze tokat tokat çarpınca… Güven dediğimiz duygunun bir sözcükten öte bir gerçekliği olmadığı anlayınca… Tarihin yada geçmişin kolayca nasıl çarpıtılabileceğine yine yeniden ve yeniden şahit oldukça… Anlamaya başlarız ne kadar kolaymış aslında linç etmek birilerini… Ne kadar basitmiş yargılamanın rehaveti… Farkında olmayı bile seçmeden… Sorgusuz, sualsiz, acımasıza… Karşımızdakini insan yerine bile koymadan… Hadi vuralım kahpeye…
Ne kadar kibirliyiz, hepimiz… Kibirlerimizin körlüğünde… Sürekli kahpeler yaratıyoruz… Kahpe’den kurtulmak için; Kahpe’den, Kahpe’lerden dünyayı kurtarmak için çabalayıp duruyoruz… Ya kurtarılacak hiç kimse ve dindirilecek hiçbir acı yoksa?… Ama o zaman kibrimizi neyle besleyeceğiz… Saatlerimizi kimseyi yargılamadan nasıl geçireceğiz… Kendimizden nasıl bu kadar emin olabileceğiz… Vicdanımızı nasıl kandıracağız… Kurtarılacak yada suçlanacak başkaları yoksa eğer ne için yaşayacağız…
O nedenle de elimizden ne kadar geliyorsa o kadar vurmalıyız Kahpe’ye, acımasızca… Daha… Daha … Daha… Hakkında yeni yeni yalanlar, yeni yeni hikayeler yaratmalıyız… Daha… Daha… Daha… Hatta onun kötülüklerine kötülükler katmalıyız… Daha… Daha… Daha…Yeni yeni hikayelerimizi mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaştırmalıyız ki bizimle birlikte Kahpe’ye vuranlar da çoğalasın… Onun adı “KAHPE” olarak anılsın…… Ne kadar çok kişiye ulaşırsak, kendimizi de o kadar çok ikna etmiş oluruz… Vurmak bizim hakkınız… Nasıl olsa Kahpeye vurmak bedava… Ne gerek var ki sorgulamaya…
*Bir kahpe yaratalım
Hep beraber taşlayalım
Eger bize katılmazsan
Seni de hemen dışlayalım”
Yaşam bu kadar basit bir tekerlemeye dönüşünce artık anlamlar, sözcükler, tanımlarda yavaş yavaş yıkılmaya başlar… Zaten onların hepsi bir araç değil mi bizler için… Nasıl olsa amacımız anlamak değil anlatmak… Bizler şahit olmadığımız şeyleri bile anlar, kimin doğru kimin yalan söylediğini gözlerinin içinden okur, herseyini doğrusunu bilenler değil miyiz?..
Bizler ve Kahpe… Ya bizdensin ya ondan… O… Ve onlar çoğaldıkça… Bir karga çığlığında yankılanır suskunluklar… Her şey daha da acımasızlaşır… Vurun kahpeye… Hep birlikte vuralım Kahpe’ye… Kahpe’yi hedef yapmak, kendi içimize dönüp bakmaktan çok daha kolay çünkü… Kendi sorumluluğumuzu almak yerine neden seçmeyelim ki Kahpe’yi suçlamanın sorumsuzluğunu… Kahpeyi yargılamanın rahatlığı varken neden kendi utancımız ve suçluluk duygumuzla yüzleşelim ki!… Vurun Kahpeye… Hep birlikte vuralım Kahpeye… Ancak bugün bizimle beraber Kahpe’yi taşlayanlar yarın bize de aynı etiketi yapıştırıcında, taşlar üzerimize yağmaya başlayınca hiç şaşırmayalım… Ne de olsa kahpeye vurmak bedava… Hadi hep beraber vuralım kahpeye…

Suskunluğum
Aralık 2020
Suskunluğum…
Ve sevgi adına yaşadıklarımız,
Blokların altında ezilirken,
Sanma ki sessizliğimiz vazgeçtiğimden…
İnadına yaşayıp, inadına sessiz kalmak...
Gelecek, hepimiz için gelecek!..
Ve aynalar gerçeği haykırdığında
Bakalım kimler, aynalara bakabilecek...
Sözcüklerimi kuşların kanatlarına iliştirdim, benden uzaklara gitsinler diye… Belki böylece duygularım, acılarım ve suskunluğum da gider benden uzaklara… Bir yelkenlinin rüzgarına astım hayal kırıklıklarımı yaşam içinde onları kabul ederek ilerleyebilmeyi öğreneyim diye…
Niye yaşıyorum sorusu, çın çın çınlıyor yine, bugünlerde… Gerçekten niye?.. Kimi zaman bir çırpıda yanıtladığım, kimi zaman ise bir türlü yanıtlayamadığım… Yanıtlarım değişse de, bir türlü emin olamadığım…
Yağmur damlaları hırçın, camlara vuruyor. Hiç ara vermeden, birbiriyle yarışırcasına… Sadece cama vuran damlaların sesi değil, avludaki taşları döven damlaların sesleri de evin içinde yankılanıyor… Yağmur evin içinde yankı yankı…
Yağmur herşeyi temizlemeye karar vermiş. Kızgın ve kararlı… Çamaşırların tokmakla vurularak temizlendiği günlerde hissediyorum kendimi… Yağmur damlaları tokmak olmuş, bağıra bağıra doğayı temizliyor.
Yüz yıllık taştan bir köy evinde yağmuru dinlemek… Yağmuran sesine karışan, ateşin çıtırtıları, mutfaktan gelen saatini herşeyi yapancılaştıran tik takları… Öylece durmuş diniliyorum… 10 yıl önce, 50 yıl önce, yüz yıl önce başka birilerinin de bu sesleri dinlediği gibi… Burada yaşanmış hayatları düşünüyorum… Çekilen acılar, mutluluklar, beklentiler… Bugün, bizlere hiçbir şey ifade etmeyen, yaşanıp yok olmuş hayatlar… Yaşarken kendi gerçekliklerini sonsuz gibi yaşayan… Tıpkı bugün ki bizler gibi…
Yaşamak, yaşamın anlamı, güven, sevgi, gerçek, sahte, doğru, yalan sözcükler, hikayeler, konuşmalar… Her şey duvarda asılı saatin tık tıklarına karışıp beynimde tık tık tık tık diye çınlıyor… Kafamı oradan oraya vursam… Vurdum… Bir işe yaramıyor…
Sürekli dışarıya ve dışarıdakilere düzen vermek için, içimdeki düzeni bozmanın bedelini ödüyorum… İçimde birikmiş lavlar, ağıtlar, kavrulmuş anılar… Kurban olmayı red ediyorum. Kurban olmayı seçmiyorum. Fark etmezlerin aslında ne kadar fark ettiğini görüyorum. Fark etmezlerle ördüğüm geçmişim. Fark etmez, tahammül edilir… Artık fark ettiğini görüyorum.. Fark etmesi gerektiğini de… Tahammül etmem gereken hiçbir şey olmadığını, artık biliyorum… Tahammül etmenin boğucu mutsuzluğu ve tükenişin karanlık merdivenleri soğuk ve dipsiz…
Taş evin duvarlarına bakıyorum keşke bir anda bir ruh beliriverse… Usul usul anlatsa neler yaşadığını ve sonrasını… Bu duvarların nelere şahit olduğunu. Şu anda onların hiç birinin hiç bir öneminin kalmamasının nasıl bir duygu olduğunu… Birbirimizden hiç farklı olmadığımızı… Hiçbirimiz daha iyi veya daha kötü olmadığını ama bunu itiraf etmeye korktuğumuzu, söylese … Sanki ölümsüzmüşüz gibi… Farklı olunmalı… Dahalar olmalı…
Yanıtsız kalmanın travması, yaşamın her anına dokunurken, neden, yaşadım ben?.. Neden yaşıyorum?… Gelecek hiç vazgeçmeden her gün kapımı çalarken, tutunabilmek yaşamaya… Kurban olmayı her gün yine yeniden red ediyorum. Aynaya bakıyorum gözlerimin içine içine… Aynalardan yansıyanlar, yansıyanları yadsıyanlar..
Ritimsiz yaşamımın içinde, hep ritmin peşinden koştum. Sürekli uçurumlardan düştüm. Nedenler, niçinler, açıklamalar, sayıklalamalar…. Bunların bir önemi var mı?… Uçurumlar bitmemecesine…
Kimi zaman sonrasızlıkla kala kalıyorum… Öylece donmuş gibi. Blok… Blok… Doğanın şifasına bırakıyorum kendimi… Sessiz, dingin ve şefkatli… Sessizliğim sanmayın ki kabullenişten… Sessizliğim sanmayın ki çaresizliğimden… Sessizliğim ve suskunluğum, kesin ve keskin cümlelerin sonuçlara değil kanıtsız kabullere götürdüğünü anladığımdan…
Aslında bütün hikaye bir ömürle kısıtlı… Ömür bittiğinde, adımızı hatırlayan son kişi de öldüğünde bizler de yok olacağız… Hiç yaşamamışçasına… Keskin ve kesin tümceler gibi…
Suskunluğum…
Ve sevgi adına yaşadıklarımız,
Blokların altında ezilirken,
Sanma ki sessizliğimiz vazgeçtiğimden…
İnadına yaşayıp, inadına sessiz kalmak...
Gelecek, hepimiz için gelecek!..
Ve aynalar gerçeği haykırdığında
Bakalım kimler, aynalara bakabilecek...
Sözcüklerimi kuşların kanatlarına iliştirdim, benden uzaklara gitsinler diye… Belki böylece duygularım, acılarım ve suskunluğum da gider benden uzaklara… Bir yelkenlinin rüzgarına astım hayal kırıklıklarımı yaşam içinde onları kabul ederek ilerleyebilmeyi öğreneyim diye…
Niye yaşıyorum sorusu, çın çın çınlıyor yine, bugünlerde… Gerçekten niye?.. Kimi zaman bir çırpıda yanıtladığım, kimi zaman ise bir türlü yanıtlayamadığım… Yanıtlarım değişse de, bir türlü emin olamadığım…
Yağmur damlaları hırçın, camlara vuruyor. Hiç ara vermeden, birbiriyle yarışırcasına… Sadece cama vuran damlaların sesi değil, avludaki taşları döven damlaların sesleri de evin içinde yankılanıyor… Yağmur evin içinde yankı yankı…
Yağmur herşeyi temizlemeye karar vermiş. Kızgın ve kararlı… Çamaşırların tokmakla vurularak temizlendiği günlerde hissediyorum kendimi… Yağmur damlaları tokmak olmuş, bağıra bağıra doğayı temizliyor.
Yüz yıllık taştan bir köy evinde yağmuru dinlemek… Yağmuran sesine karışan, ateşin çıtırtıları, mutfaktan gelen saatini herşeyi yapancılaştıran tik takları… Öylece durmuş diniliyorum… 10 yıl önce, 50 yıl önce, yüz yıl önce başka birilerinin de bu sesleri dinlediği gibi… Burada yaşanmış hayatları düşünüyorum… Çekilen acılar, mutluluklar, beklentiler… Bugün, bizlere hiçbir şey ifade etmeyen, yaşanıp yok olmuş hayatlar… Yaşarken kendi gerçekliklerini sonsuz gibi yaşayan… Tıpkı bugün ki bizler gibi…
Yaşamak, yaşamın anlamı, güven, sevgi, gerçek, sahte, doğru, yalan sözcükler, hikayeler, konuşmalar… Her şey duvarda asılı saatin tık tıklarına karışıp beynimde tık tık tık tık diye çınlıyor… Kafamı oradan oraya vursam… Vurdum… Bir işe yaramıyor…
Sürekli dışarıya ve dışarıdakilere düzen vermek için, içimdeki düzeni bozmanın bedelini ödüyorum… İçimde birikmiş lavlar, ağıtlar, kavrulmuş anılar… Kurban olmayı red ediyorum. Kurban olmayı seçmiyorum. Fark etmezlerin aslında ne kadar fark ettiğini görüyorum. Fark etmezlerle ördüğüm geçmişim. Fark etmez, tahammül edilir… Artık fark ettiğini görüyorum.. Fark etmesi gerektiğini de… Tahammül etmem gereken hiçbir şey olmadığını, artık biliyorum… Tahammül etmenin boğucu mutsuzluğu ve tükenişin karanlık merdivenleri soğuk ve dipsiz…
Taş evin duvarlarına bakıyorum keşke bir anda bir ruh beliriverse… Usul usul anlatsa neler yaşadığını ve sonrasını… Bu duvarların nelere şahit olduğunu. Şu anda onların hiç birinin hiç bir öneminin kalmamasının nasıl bir duygu olduğunu… Birbirimizden hiç farklı olmadığımızı… Hiçbirimiz daha iyi veya daha kötü olmadığını ama bunu itiraf etmeye korktuğumuzu, söylese … Sanki ölümsüzmüşüz gibi… Farklı olunmalı… Dahalar olmalı…
Yanıtsız kalmanın travması, yaşamın her anına dokunurken, neden, yaşadım ben?.. Neden yaşıyorum?… Gelecek hiç vazgeçmeden her gün kapımı çalarken, tutunabilmek yaşamaya… Kurban olmayı her gün yine yeniden red ediyorum. Aynaya bakıyorum gözlerimin içine içine… Aynalardan yansıyanlar, yansıyanları yadsıyanlar..
Ritimsiz yaşamımın içinde, hep ritmin peşinden koştum. Sürekli uçurumlardan düştüm. Nedenler, niçinler, açıklamalar, sayıklalamalar…. Bunların bir önemi var mı?… Uçurumlar bitmemecesine…
Kimi zaman sonrasızlıkla kala kalıyorum… Öylece donmuş gibi. Blok… Blok… Doğanın şifasına bırakıyorum kendimi… Sessiz, dingin ve şefkatli… Sessizliğim sanmayın ki kabullenişten… Sessizliğim sanmayın ki çaresizliğimden… Sessizliğim ve suskunluğum, kesin ve keskin cümlelerin sonuçlara değil kanıtsız kabullere götürdüğünü anladığımdan…
Aslında bütün hikaye bir ömürle kısıtlı… Ömür bittiğinde, adımızı hatırlayan son kişi de öldüğünde bizler de yok olacağız… Hiç yaşamamışçasına… Keskin ve kesin tümceler gibi…

An Be An
Ocak 2021
An be An…
Marazi fantezilerin içinde
Çığlık çığlığa…
Masumiyet dilenmek…
Suçladıkça aklanmak
Zihin kendini kusarken,
Etrafa saçılan kurtçuklar,
Sesler yankı yankı
Flaş flaş görüntüler
İlizyonların ihtişamı,
Körleştirdikçe yaşananları
Parçalanacak!
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!..
Rüzgarın uğultusu evin içinde dolandıkça ateşin sesi de değişiyor. Ateşin sesinde yankılanıyor dışardaki fırtınanın kudretli.. Aklıma Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i geliyor. Nasıl severek okumuştum, okurken öyle bir yerde yaşamanın hayalini kurmuştum. Şimdi Emily Bronte gibi ben de vadideki tepelerden gelen uğultuları dinliyorum.
Dışarıda acımasızca esen rüzgar, yağmur, şimşek ve gökgürültüsünün yarattığı kaosa inat içeride ateşin yarattığı güven ve huzur. Şimşeklerle daha da belirginleşen, heryeri örten karanlık… Karanlığı unuttuğumu farkettim… Saf Karanlık… Şehirlerde yaşarken ışıklarla öldürdüğümüz, korkmayı öğrendiğimiz, gitgide yabancılaştığımız karanlık… Gölgelerin gizli ortağı… Baykuş seslerinde yankılanan karanlık… Zifiri karanlık…
Karanlık gibi unuttuğumuz yalnızlık… Yalnızlığın dinginliği, yalnızlığın bütünlüğü… Teknoloji sayesinde bizi bizimle bırakmayan kalabalıklar… Kendimizi unuttuğumuz, kendimizi yeniden yarattığımız, kendimizi kendimizden kopardığımız kalabalıklar… Tepelerin uğultusu yerine kalabalıkıların uğultusu… Kalabalıkların acımasız dinamiği… Kendine, vakitsiz kalmak, kendine alansız olmaz, kendine kendinde yabancı kalmak…
Duvarda asılı duran raflarda ki çay fincanlarına takılıyor gözüm. Onlar bana bakıyor, ben de onlara… Bordo çiçekli, sarı simli, ince porselenden yapılmış antika çay bardakları, bardak altlıkları ve sütlüğü… Biriktirdikleri hikayeleri hiç paylaşmadan öylece asılı duruyorlar, duvara montelenmiş küçük dolabın içinde. Şahitlik ettikleri yaşamlar, masalar, sehpalar, onlara dokunan eller, ellerin hikayeleri, dudaklar, dudakların hikayeleri, kimi zaman hoyratça, kimi zaman okşayalar, onları yıkanan parmaklardan kalan izler… Çay takımı sessiz sessiz gözlemliyor, deneyimliyor ve öylece duruyor…
Belki de diyorum bu çay takım da benim gibi içine içine çığlıklar atıyordur. İçine içine… Onca yaşanmışlık, onca paylaşım, onca şahitlikten sonra kimselerin umurunda olmadan bir kulübenin duvarına mahrum kalmak… Eskisi gibi kullanılmadan, hatırlanmadan… Kullandıktan sonra hoyratça unutup gitmek…
Oysa bir zamanlar hangi masada, hangi örtünün üstünde, hangi köşede oldukları bile çok önemli olan… Kırılmasınlar diye özenle taşınan… Yıllar içinde oradan oraya sürüklenen bordo çiçekli çay takımı kim bilir daha kaç hikayeye daha şahitlik edecek bu kulübede, hiç sesini çıkarmadan…
Her hafta dikkatle onların tozunu alıyorum yoksa örümcekler hemen içlerine yerleşiveriyorlar. Hiç bir zaman onları kullanmaya cesaret edemedim. Sürekli bakışıyoruz ama…. Sanki dışarda ki fırtına, ateşin çıtırtıları ve vadinin uğultusu bu gece, beni yüreklendiriyor… Birini gözlemleyen olmak yerine birbirinin parçası olmak…
Çay takımından bir fincanı ve altlığını duvarda asılı olduğu yerden alıp, yıkıyorum. Sonra güzel bir çay demliyorum. Ateşin karşısına geçip, çayımı yudumluyorum. Sanki bu gece çayımı bu fincandan içersem, benimle hikayelerini paylaşacakmış gibi…. Bu gece bir fincanla, bir anı anıya dönüştürürken, bir yandan da eski anları, anıları, bugüne taşımaya çalışmıyorum… Bu an çay fincanın ve benim hafızamda bir anı olana kadar…
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!
An be An…
Marazi fantezilerin içinde
Çığlık çığlığa…
Masumiyet dilenmek…
Suçladıkça aklanmak
Zihin kendini kusarken,
Etrafa saçılan kurtçuklar,
Sesler yankı yankı
Flaş flaş görüntüler
İlizyonların ihtişamı,
Körleştirdikçe yaşananları
Parçalanacak!
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!..
Rüzgarın uğultusu evin içinde dolandıkça ateşin sesi de değişiyor. Ateşin sesinde yankılanıyor dışardaki fırtınanın kudretli.. Aklıma Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i geliyor. Nasıl severek okumuştum, okurken öyle bir yerde yaşamanın hayalini kurmuştum. Şimdi Emily Bronte gibi ben de vadideki tepelerden gelen uğultuları dinliyorum.
Dışarıda acımasızca esen rüzgar, yağmur, şimşek ve gökgürültüsünün yarattığı kaosa inat içeride ateşin yarattığı güven ve huzur. Şimşeklerle daha da belirginleşen, heryeri örten karanlık… Karanlığı unuttuğumu farkettim… Saf Karanlık… Şehirlerde yaşarken ışıklarla öldürdüğümüz, korkmayı öğrendiğimiz, gitgide yabancılaştığımız karanlık… Gölgelerin gizli ortağı… Baykuş seslerinde yankılanan karanlık… Zifiri karanlık…
Karanlık gibi unuttuğumuz yalnızlık… Yalnızlığın dinginliği, yalnızlığın bütünlüğü… Teknoloji sayesinde bizi bizimle bırakmayan kalabalıklar… Kendimizi unuttuğumuz, kendimizi yeniden yarattığımız, kendimizi kendimizden kopardığımız kalabalıklar… Tepelerin uğultusu yerine kalabalıkıların uğultusu… Kalabalıkların acımasız dinamiği… Kendine, vakitsiz kalmak, kendine alansız olmaz, kendine kendinde yabancı kalmak…
Duvarda asılı duran raflarda ki çay fincanlarına takılıyor gözüm. Onlar bana bakıyor, ben de onlara… Bordo çiçekli, sarı simli, ince porselenden yapılmış antika çay bardakları, bardak altlıkları ve sütlüğü… Biriktirdikleri hikayeleri hiç paylaşmadan öylece asılı duruyorlar, duvara montelenmiş küçük dolabın içinde. Şahitlik ettikleri yaşamlar, masalar, sehpalar, onlara dokunan eller, ellerin hikayeleri, dudaklar, dudakların hikayeleri, kimi zaman hoyratça, kimi zaman okşayalar, onları yıkanan parmaklardan kalan izler… Çay takımı sessiz sessiz gözlemliyor, deneyimliyor ve öylece duruyor…
Belki de diyorum bu çay takım da benim gibi içine içine çığlıklar atıyordur. İçine içine… Onca yaşanmışlık, onca paylaşım, onca şahitlikten sonra kimselerin umurunda olmadan bir kulübenin duvarına mahrum kalmak… Eskisi gibi kullanılmadan, hatırlanmadan… Kullandıktan sonra hoyratça unutup gitmek…
Oysa bir zamanlar hangi masada, hangi örtünün üstünde, hangi köşede oldukları bile çok önemli olan… Kırılmasınlar diye özenle taşınan… Yıllar içinde oradan oraya sürüklenen bordo çiçekli çay takımı kim bilir daha kaç hikayeye daha şahitlik edecek bu kulübede, hiç sesini çıkarmadan…
Her hafta dikkatle onların tozunu alıyorum yoksa örümcekler hemen içlerine yerleşiveriyorlar. Hiç bir zaman onları kullanmaya cesaret edemedim. Sürekli bakışıyoruz ama…. Sanki dışarda ki fırtına, ateşin çıtırtıları ve vadinin uğultusu bu gece, beni yüreklendiriyor… Birini gözlemleyen olmak yerine birbirinin parçası olmak…
Çay takımından bir fincanı ve altlığını duvarda asılı olduğu yerden alıp, yıkıyorum. Sonra güzel bir çay demliyorum. Ateşin karşısına geçip, çayımı yudumluyorum. Sanki bu gece çayımı bu fincandan içersem, benimle hikayelerini paylaşacakmış gibi…. Bu gece bir fincanla, bir anı anıya dönüştürürken, bir yandan da eski anları, anıları, bugüne taşımaya çalışmıyorum… Bu an çay fincanın ve benim hafızamda bir anı olana kadar…
Zamanla,
Zamanda,
Zaman…
Anda,
Anla,
An.
An be An!

Bir Kere mi Ölür İnsan
Şubat 2021
Bir kere mi ölür insan?..
Hep birlikte öldürdük beni
Anka kuşu değilim ki
Küllerimden doğurayım kendimi
Küllerimi de gömdüm
Tıpkı ruhum ve kalbim gibi..
Yıllar önce bir kere mi doğar insan diye bir yazı yazmıştım. Şimdi aynı şeyi ölüm için yazıyorum bir kere mi ölür insan?…
Keşke bir kere ölseydim, o zaman her şey ne kadar kolay olurdu. Öldüğüm anda zaten her şey bitmiş olacaktı. Bir kere ölmek zor değil ama yaşarken ruhunun öldürülmesi/ölmesi ve ardından tekrar yaşamaya devam etmek zor olan. Belki de reenkarnasyon dedikleri bu hayatta yaşarken ölüp tekrar evrimeyi başarabilmek yine yeniden…
Dışarıda çıt yok. Gece çok sessiz, baykuş bile ötmüyor. Zifiri karanlığın derin sessizliği ölüm gibi suskun ama güçlü… Karşımda yanan ateşin alevleri yavaş yavaş azalıyor. Dışarıda ki sessizliği ve karanlığı içime almanın bir yolunu bulmaya çalışıyorum. Yorgunluğun verdiği sersemlikle başım ve gözlerim ağırlaşsa da içimde ki çok sesli koroyu susturmak bugün çok kolay olmuyor. Gözlerim ağırlaştıkça yaşarıyor. Sanki ağlıyorum gibi… Ateşin alevi, küller değil gözlerimi acıtan… Gözlerimi en çok acıtan şahit oldukları anlar… Anlar anları kovalamıyor burada. Burada her şey durgun bir tek benim içim durulmuyor. Korlanmış kömürleri içime atsam ve onlar içimde yanmaya devam etse… İçimdeki her şey yanıp kül oluverse… Alevlere karışıp gitse… Bazen gitmiyorlar işte, öylece içimde demir atıp, haykırıp duruyorlar…. Sanki bir nefret patlaması, heryeri kömür karasına bulayan… Buladıkça bulaşan, bulaştıkça kararan…
Her ölüm ardından yeni bir doğumu getiriyor. Acı acıyla beslenirken yeni bir hayat filizleniyor tüm karanlığın içinden… Uçurum kenarında her şeye ragmen büyümeye çalışan küçük ağaç gibi… Hadi diyor şimdi yeniden başlama zamanı… Ve yaşam yine yeniden kurgulamaya başlıyor kendini…
Yaşamı biz mi kurguluyoruz, yaşam bizi mi kurguluyor? Kurguların bir biriyle kesiştiği, ayrıştığı, öpüştüğü, nefretle ayrıştığı noktalar… Noktaları biz mi birleştiriyoruz yoksa onlar çoktan orada da biz oraya mı varıyoruz? Sorular soruları izliyor tıpkı düşüncelerin düşünceleri izlediği gibi… Bu kalabalıkta bir an bile huzur bulmak imkansız oysa bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı emin değilim… Bütün bu sorular, düşünceler, geçmişin hortlakları hepsi aslında beynimdeki salıncakta… Beynimdeki salıncak geçmişle gelecek arasında sallandıkça ben de savruluyorum oradan oraya. Salıncağı durdurunca biliyorum ki hepsi yok olacak ve ben yine huzuru bulacağım anda.. Anla…
Bir kere mi ölür insan?..
Hep birlikte öldürdük beni
Anka kuşu değilim ki
Küllerimden doğurayım kendimi
Küllerimi de gömdüm
Tıpkı ruhum ve kalbim gibi..
Yıllar önce bir kere mi doğar insan diye bir yazı yazmıştım. Şimdi aynı şeyi ölüm için yazıyorum bir kere mi ölür insan?…
Keşke bir kere ölseydim, o zaman her şey ne kadar kolay olurdu. Öldüğüm anda zaten her şey bitmiş olacaktı. Bir kere ölmek zor değil ama yaşarken ruhunun öldürülmesi/ölmesi ve ardından tekrar yaşamaya devam etmek zor olan. Belki de reenkarnasyon dedikleri bu hayatta yaşarken ölüp tekrar evrimeyi başarabilmek yine yeniden…
Dışarıda çıt yok. Gece çok sessiz, baykuş bile ötmüyor. Zifiri karanlığın derin sessizliği ölüm gibi suskun ama güçlü… Karşımda yanan ateşin alevleri yavaş yavaş azalıyor. Dışarıda ki sessizliği ve karanlığı içime almanın bir yolunu bulmaya çalışıyorum. Yorgunluğun verdiği sersemlikle başım ve gözlerim ağırlaşsa da içimde ki çok sesli koroyu susturmak bugün çok kolay olmuyor. Gözlerim ağırlaştıkça yaşarıyor. Sanki ağlıyorum gibi… Ateşin alevi, küller değil gözlerimi acıtan… Gözlerimi en çok acıtan şahit oldukları anlar… Anlar anları kovalamıyor burada. Burada her şey durgun bir tek benim içim durulmuyor. Korlanmış kömürleri içime atsam ve onlar içimde yanmaya devam etse… İçimdeki her şey yanıp kül oluverse… Alevlere karışıp gitse… Bazen gitmiyorlar işte, öylece içimde demir atıp, haykırıp duruyorlar…. Sanki bir nefret patlaması, heryeri kömür karasına bulayan… Buladıkça bulaşan, bulaştıkça kararan…
Her ölüm ardından yeni bir doğumu getiriyor. Acı acıyla beslenirken yeni bir hayat filizleniyor tüm karanlığın içinden… Uçurum kenarında her şeye ragmen büyümeye çalışan küçük ağaç gibi… Hadi diyor şimdi yeniden başlama zamanı… Ve yaşam yine yeniden kurgulamaya başlıyor kendini…
Yaşamı biz mi kurguluyoruz, yaşam bizi mi kurguluyor? Kurguların bir biriyle kesiştiği, ayrıştığı, öpüştüğü, nefretle ayrıştığı noktalar… Noktaları biz mi birleştiriyoruz yoksa onlar çoktan orada da biz oraya mı varıyoruz? Sorular soruları izliyor tıpkı düşüncelerin düşünceleri izlediği gibi… Bu kalabalıkta bir an bile huzur bulmak imkansız oysa bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı emin değilim… Bütün bu sorular, düşünceler, geçmişin hortlakları hepsi aslında beynimdeki salıncakta… Beynimdeki salıncak geçmişle gelecek arasında sallandıkça ben de savruluyorum oradan oraya. Salıncağı durdurunca biliyorum ki hepsi yok olacak ve ben yine huzuru bulacağım anda.. Anla…

Sözde Yaratılan Yıkım
Mart 2021
Sözde yaratılan yıkım...
Sözle yaratılan yıkım
Sözde yaratılan yıkım...
Zihinler bulanık
Hikayeler sisli
Yaratılan, uydurulan
Inanmak istendikçe
Daha da yazılan
Daha da abartılan...
Abartıldıkça
Abartılı aktarılan
İnanmak için inandırılan...
Yaşananlar öylece havada asılı
Havada asılı kaldıkça
Egilip bükülüp başkalaşan..
Acınası olan
Ne geçmiş ne de yaşananlar
Gerçekten acıtan
Yaşananları utanmazca yeniden kalem alanlar.
Vicdansızca, yalanlara bulanan geçmiş...
Nefrete sarıp sarmalanan
Sözle yaratılan yıkım
Sözde yaratılan yıkım...
Geçmiş dile geldiğinde
Gücü yittiğinde
Ortaya çıkacak sığlıga
Sen bile inanamayacaksın…
Günlük hayat vahşi bir ağa dönüştüğünde… Bir balık gibi içine düşütüğün, çırpındıkça gömüldüğün... Ağa takıldığın andan itibaren kalbin donmaya başlar. Kışın ayazı gibi, donar yüreğin. Kendini kopuk, reddelilmiş, ihanete uğramış, kullanılıp bir kenara atılmış hissedersin. Ağın iplikleri aşığalma, yargılma, iftira, melankoli, üzüntü ve acıyla örülmüşcesine... Ağ seni sarmaladıkça benliğini karanlık bir tünelin çıkmazında, yitirmeye başlarsın. Karanlık, acı, ölüm, yaşam, döngü, aydınlık… Benliğini yitirdikçe anlamaya başlarsın; benliğinde dahil herşeyi kaybedip, kaybedecek hiçbirşeyin kalmadığında, ancak ulaşabiliyorsun gerçek sana. Anlıyorsun kendinle yüzleşmenin, yaşamla bütünleşmenin anlamını… Ve bırakıyorsun artık kendinle savaşmayı...
Sözde yaratılan yıkım...
Sözle yaratılan yıkım
Sözde yaratılan yıkım...
Zihinler bulanık
Hikayeler sisli
Yaratılan, uydurulan
Inanmak istendikçe
Daha da yazılan
Daha da abartılan...
Abartıldıkça
Abartılı aktarılan
İnanmak için inandırılan...
Yaşananlar öylece havada asılı
Havada asılı kaldıkça
Egilip bükülüp başkalaşan..
Acınası olan
Ne geçmiş ne de yaşananlar
Gerçekten acıtan
Yaşananları utanmazca yeniden kalem alanlar.
Vicdansızca, yalanlara bulanan geçmiş...
Nefrete sarıp sarmalanan
Sözle yaratılan yıkım
Sözde yaratılan yıkım...
Geçmiş dile geldiğinde
Gücü yittiğinde
Ortaya çıkacak sığlıga
Sen bile inanamayacaksın…
Günlük hayat vahşi bir ağa dönüştüğünde… Bir balık gibi içine düşütüğün, çırpındıkça gömüldüğün... Ağa takıldığın andan itibaren kalbin donmaya başlar. Kışın ayazı gibi, donar yüreğin. Kendini kopuk, reddelilmiş, ihanete uğramış, kullanılıp bir kenara atılmış hissedersin. Ağın iplikleri aşığalma, yargılma, iftira, melankoli, üzüntü ve acıyla örülmüşcesine... Ağ seni sarmaladıkça benliğini karanlık bir tünelin çıkmazında, yitirmeye başlarsın. Karanlık, acı, ölüm, yaşam, döngü, aydınlık… Benliğini yitirdikçe anlamaya başlarsın; benliğinde dahil herşeyi kaybedip, kaybedecek hiçbirşeyin kalmadığında, ancak ulaşabiliyorsun gerçek sana. Anlıyorsun kendinle yüzleşmenin, yaşamla bütünleşmenin anlamını… Ve bırakıyorsun artık kendinle savaşmayı...

Korkularda Kaybolmak
Nisan 2021
Korkularda kaybolduk
Karanlığın acısı içimize işledikçe…
Acının ilacı için yakarmak…
Acının acısı…
Acının ilacı...
Acıyı dışladıkça
Kederleri dışladıkça
Kederlerimizi sarmalamayı unuttukça,
Yağmurdan kaçan çocuklara dönüştük
Bir sığınak arayan…
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Hikayelerin bizleri nelere dönüştürdüğü unutarak
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Geçmişi yine yeniden yazıyoruz
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Nefes nefese
Yorgun ve tükenmiş…
Yaşam bizleri kırmaya devam ettikçe…
Başkalarının kollarına sığınıyoruz
Başkalarının yargıların
Başkalarının hayallerine
Başkalarıyla başkalaşırken..
Unutuyoruz kendimizi.
Kendiliğimizi...
Kendi kendimiz,
Yok ediyoruz
Benliğimizi…
Karanlıkta çınlayan kuş seslerini duydukça… Karanlıkta, karanlıkla… İçimde yeşeren umutlara sığınmak istiyorum sanki umutlarım hiç lanete dönüşmemişcesine… Lanetleyenler, lanetlenenler. Karanlığın karalayan yüzü... Karanlık karalara büründükçe kuşların çığlıklara dönüşen sesleri… Karanlığın çığlıkları...
Bilinçsiz hayatım içinde boğulduğum dramlar… Hayatıma girmiş insanların beni sokmak istediği kalıplar… Kalıplarımı tabutlara dönüştüren maskelerim… Tabutları tek tek mezarlığa gömen ben.. Hangi tabuta ne zaman girmiştim, hangi tabutla ne zaman özdeşleşmiştim hepsini yavaş yavaş siliyorum… Bu sefer silgiyle değil, bu sefer sevgiyle siliyorum…
Sildikçe kendime veya başkalarına karşı ahlaki olmanın eski cazibesinden de kurtuluyorum. Artık başkalarının ahlaklarının yada ahlaklılıklarının kurbanı olmayı reddebiyorum. Ne melek ne de şeytan olmayı kabul etmiyorum. Ahlaki yargıların endişelerle örülü olduğunu gördüm. Ahlaklı sözler, ahlaklı tavırlar, gözyaşları, acındırmalar, ahlak… Ahlaklı olmak kulaga çok doğru geliyor taa ki aslında küçük, endişeli ve zar zor gizlenmiş bir çaresizliğin ve nefretin örtüsü olduğunu görünceye kadar… Ahlakın ahlaksızça silaha dönüştürülmesi… Birinin ruhumu öldürmek için ahlakla vurulması… Ahlakla terbiye edildim, ahlakla eğitildim, ahlakla ihanetlere uğradım, ahlakla öldürüldüm. Artık ahlaksızım… Artık kimsenin hayatında birşey olmak istemiyorum.
Bildiğim ve bilmediğim bütün karanlıkların içine baktım. İçine içine... Ve iyi olmanın bile iyi olmadığı gerçeği tokat gibi patladı yüzümde. Başkalarının kötü olarak adlandırdığı şeyleri yapmanın yapabileceğinin en iyisi olmadığına kim karar veriyorum. Erdemin egoist rahatlığından çıktım çıkalı güvenin ne olduğunu ve karanlık gecelerimde karanlık olmaktan ve karanlıktan korkmamayı öğrendim …
Karanlıkta çınlayan kuş seslerini dinledikçe… Karanlıkta, karanlıkla, kararlılıkla, karardıkça… Karanlık bana ben karanlığa baktıkça… Karınlık kayboldu… Ve geride sadece kuş seslerinin yankısı kaldı...
Korkularda kaybolduk
Karanlığın acısı içimize işledikçe…
Acının ilacı için yakarmak…
Acının acısı…
Acının ilacı...
Acıyı dışladıkça
Kederleri dışladıkça
Kederlerimizi sarmalamayı unuttukça,
Yağmurdan kaçan çocuklara dönüştük
Bir sığınak arayan…
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Hikayelerin bizleri nelere dönüştürdüğü unutarak
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Geçmişi yine yeniden yazıyoruz
Kaçıyoruz, koşuyoruz
Nefes nefese
Yorgun ve tükenmiş…
Yaşam bizleri kırmaya devam ettikçe…
Başkalarının kollarına sığınıyoruz
Başkalarının yargıların
Başkalarının hayallerine
Başkalarıyla başkalaşırken..
Unutuyoruz kendimizi.
Kendiliğimizi...
Kendi kendimiz,
Yok ediyoruz
Benliğimizi…
Karanlıkta çınlayan kuş seslerini duydukça… Karanlıkta, karanlıkla… İçimde yeşeren umutlara sığınmak istiyorum sanki umutlarım hiç lanete dönüşmemişcesine… Lanetleyenler, lanetlenenler. Karanlığın karalayan yüzü... Karanlık karalara büründükçe kuşların çığlıklara dönüşen sesleri… Karanlığın çığlıkları...
Bilinçsiz hayatım içinde boğulduğum dramlar… Hayatıma girmiş insanların beni sokmak istediği kalıplar… Kalıplarımı tabutlara dönüştüren maskelerim… Tabutları tek tek mezarlığa gömen ben.. Hangi tabuta ne zaman girmiştim, hangi tabutla ne zaman özdeşleşmiştim hepsini yavaş yavaş siliyorum… Bu sefer silgiyle değil, bu sefer sevgiyle siliyorum…
Sildikçe kendime veya başkalarına karşı ahlaki olmanın eski cazibesinden de kurtuluyorum. Artık başkalarının ahlaklarının yada ahlaklılıklarının kurbanı olmayı reddebiyorum. Ne melek ne de şeytan olmayı kabul etmiyorum. Ahlaki yargıların endişelerle örülü olduğunu gördüm. Ahlaklı sözler, ahlaklı tavırlar, gözyaşları, acındırmalar, ahlak… Ahlaklı olmak kulaga çok doğru geliyor taa ki aslında küçük, endişeli ve zar zor gizlenmiş bir çaresizliğin ve nefretin örtüsü olduğunu görünceye kadar… Ahlakın ahlaksızça silaha dönüştürülmesi… Birinin ruhumu öldürmek için ahlakla vurulması… Ahlakla terbiye edildim, ahlakla eğitildim, ahlakla ihanetlere uğradım, ahlakla öldürüldüm. Artık ahlaksızım… Artık kimsenin hayatında birşey olmak istemiyorum.
Bildiğim ve bilmediğim bütün karanlıkların içine baktım. İçine içine... Ve iyi olmanın bile iyi olmadığı gerçeği tokat gibi patladı yüzümde. Başkalarının kötü olarak adlandırdığı şeyleri yapmanın yapabileceğinin en iyisi olmadığına kim karar veriyorum. Erdemin egoist rahatlığından çıktım çıkalı güvenin ne olduğunu ve karanlık gecelerimde karanlık olmaktan ve karanlıktan korkmamayı öğrendim …
Karanlıkta çınlayan kuş seslerini dinledikçe… Karanlıkta, karanlıkla, kararlılıkla, karardıkça… Karanlık bana ben karanlığa baktıkça… Karınlık kayboldu… Ve geride sadece kuş seslerinin yankısı kaldı...

Ahçı Süheyla
Mayıs 2021
Ahçı Süheyla gözlerini açtığında önce nerede olduğunun hiç anlamadı. Duygularını da, duyularını da algılama biçimi hiç alıştığı gibi değildi… Sanki kocaman bir borunun içine sıkışmıştı… Borunun metalinin soğukluğunu algılayabiliyordu, soğuk yapışıyordu sanki üzerine… Borunun içi gri bulutlarla kaplıydı sanki.. Soğuk gri bulutlardan mı, metalden mi geliyor anlayamıyor ama üşüyordu?...
Bedenini algılayamıyordu. Bedeni... Oturuyor mu? Yatıyor mu? Bedini vardı ama yoktu… Ağır ağır gri bulutların arasından görüntüler gelmeye başladı. Görüntüler bulutların arasından çaktıkça… Görüntüler… Görüngüler… Görülmeyenler… Görülenler… Gözler… Gözleri...
FLAŞ FLAŞ… Mutfağındaydi yine her zamanki gibi… Ama ben ahşı olmak istememiştim ki… Gerçekten ben nasıl, ne zaman ahçı Süheyla’ya dönüştüm… Bir zamanlar hayalleri olan, istekleri için çalışan, yaşamı neşeyle kucaklayan o genç kadın ne zaman böylesine rijit, kurallar bağımlı, bilmiş, tahammülsüz ve kendinden bir haber “ahçı Süheyla” oluvermişti… Ne zaman olmuştu bütün bunlar? Bunlar olmuş muydu? Oluyor muydu?
FLAŞ… FLAŞ… Sürekli bir koşturmaca içinde yemek pişiyor… Ahçı hiçbir yerde çalışmıyan ve taşınabilir bir mutfağında yaşıyan Ahçı Süheyla.. O nereye mutfak oraya yada tam tersi mutfak nereye o oraya… Ne zaman bu mutfağa taşındığını, ne zaman burada yaşamaya başladığını bile hatırlamıyor… Tencereler, tavalar, tepsiler, oklavalar, tabaklar, kaşıklar, kaseler, sebzeler, meyveler, baharatlar, baklagiller… Her yer tıklım tıklım ama hiç çicek yok mutfağında… Oysa felslegeni ne çok severdi. Niye bir saksı fesleğen bile koymamış ki mutfağına… Sabahtan akşama o mutfakta yemek pirişiyor, akşamdan sabaha ise ertesi gün ne pişireleceğinin planını yaparak yaşıyordu. Farkl farklı bir sürü yemek yapması gerekiyordu… Siparişler siparişler…
Onun görevi karnı aç olanları doyurmak, canı değişik bir şeyler isteyenlere istediklerini pişirip onların mutlu olmasını sağlamak… Mutsuzlara ziyafet sofraları kurmak… Hasta olanlara onları iyileştirecek çorbalar ve hoşaflar yapmak… Bazen yetişemiyor geceleri de yemek pişirek zorunda kalıyordu. Bazı günler ağrılar içinde kendini zorlaya zorlaya pişiriyordu yemekleri… Sanki o yemekleri pişirmezse herkes aç kalacakmış, herkes mutsuz olacakmış gibi.... Niye?.. Bilmiyor?... Bunu karşılıksız yapıyor oysaki, karşılıksız… Maddi, manevi hiç bir karşılık beklemeden… Peki ama neden? Nasıl inanmış bu kendini adamaya hiç hatırlamıyor… Üstünde ki önlüğün sarı lekelerine bakınca yıllardır bu önlükten başka birşeyler giymediğine ayıyor… Önlüğünün altına ki çiçekli uzun pazen elbisesi gibi… Çicekli pazen elbisesi ve önlüğü neredeyse derisi gibi olmuş… Oysa bir zamanlar severdi giyinip, süslenmeyi, takıp takıştırmayı… Ellerine bakmaya çalışıyor… Yüzükleri… O hiç parmağından çıkarmadığı yüzükleri yerinde mi acaba?...
FLAŞ… FLAŞ… Daha, daha, daha… Canı sıkılan yemek istiyor, mutsuz olan yemek istiyor, bunalımda olan yemek istiyor, mutlu olan yemek istiyor… Sadece aç olanlara yemek pişirse belki de herşey daha kolay olurdu?... Ama niye aç olanlara yemek pişirmek onun yaşam amacı olmuştu ki… Ona rağmen… Even ona rağmen… Ama o hiç ona rağmen olduğuna aymamıştı… Ahçı olmayı gerçekten hiç istememiştim… Yemek pişirmekten keyif almak, sevdiklerine güzel sofralar hazırlamak çok keyifliydi bir zamanlar… Ne zamanlardı o zamanlar? Bu zamanların öncesine başka bir zamanda mıydı yoksa?.. Zaman zaman içinde… Mutfakta yaşamanın beni ne kadar mutsuz ettiğini anlamaycak kadar mutfağa gömülmek… Sanki yemek yapmazsam yok olacaktım… Yemek yapmam lazım… Karınları aç olsa da olmasa da etrafımda ki herkesi ben doyurmakla görevliydim, herkesin mutluluğundan da, mutsuzluğundan da ben sorumluydum sanki…
FLAŞ… FLAŞ… Hatırlıyor… Onun yemekleriyle hayat bulan, belki de ahçı olmasında en büyük payı olanlardan bir tanesinin suçlamalarıyla donup kalmştı mutfağında… “O ahçı varya, o ahçı beni zehirliyordu” sözleriydi kulaklarının içinde takılı kalan… Tencereler, tavalar, tabaklar ona rağmen mutfakta devrilmeye başlamıştı… Hatırlıyor.... “Beni zehirliyordu” sözleri yankılandıkça meyveler küflenmeye, zebzeler sarırıp, yeşermeye başlamıştı… Mutfak sani küçülüyordu… Mutfak küçüldükce Ahçı Süheyla’nın nefes alması zorlaşıyordu… Nefes… Önlügüne tutundu… Neden? Neden?... Mutfağın sıvalarına karışan is bile “Neden?” diye bağırıyordu… “Neden” Neden? Kalbinin içinde sanki binlerce diken oradan oraya koşturuyordu… Dikenlere sarılmış kalbi battıkça içine batıyordu….
Kımıldayamıyor, sanki bedeni ile ayrışmış gibi… Bedeniyle şimdi mi ayrıştı yoksa… Karanfiller geliyor aklına ama neden bilmiyor. Karanfiller ona birşey ifade etmiyor ama patatyalar.. Bir de nergis ve sümbül… Mutfağının taşında mı yatıyor yoksa o kacaman borunun için de mi?
Kahkahaları duyuyor “Neden?” sorusuna dolanmış… Neden?... Sadece dudakları görüyor kahkaha atan dudaklar… Herkesi beslemek, herkeze yemekler yapmakla o kadar meşkuldun ki kendi açlığını göremedin… Sen kendini açlıkla öldürecektin… Kahkahalar…
FLAŞ… FLAŞ… Çoğu zaman yemek yemeği unuttuğunu, başkaları için çırpınıp dururken ağzına bir lokma ekmek bile atmadığı için başının dönüp durduğunu hatırlıyor hayal mayel… Kendine yemek yapacak vakti yoktu ki… Gerçektende yavaş yavaş içinin kuruduğunu hissediyor sonra böyle hissettiği için vicdan azası duyuyordu… Neden? Kahkahaları duyuyor yine “ Biraz daha böyle devam etseydin zaten açlıktan ölecektin”… “Ölecektin” sözlerini kahkalalara karışırken… Neden?...
Gri bulutlar onu bir battaniye gibi sarıyor. Artık üşümüyor… Bir iki kere hapşursa da… Gözleri sulanıyor ama hapşurduğu için mi yoksa…. Ne önemi var ki diye düşünüyor… Ne önemi var. Bulutlara sarıldıkça “Neden” sözcüğünün de bir önemi kalmıyor… Neden’ler andan ana değişirken, nedenleri anlamaya çalışmanın sonuçsuz çabası… Karanfiller kıpkırmızı… Giri bulutların içinden öylece ona göz kırpıyor… Süheyla ısrarla önlüğüne bulmaya çalışıyor… Hani önlüğüne ulaşırsa onu üzerinden çıkarırsa…
“Karnım aç!..Karnım aç yemek yemem lazım”… Oysa ki bu borunun içinde bulutlara sarılmışken… Başı dönüyor… Gözlerini acıtan güneş… Boru var mı yok mu..., Bulutlarla, bulutlarda… Gözlerini açtığı yeri tanımıyor… Taş duvarlar ve yerlere kadar inen camlar… Çamlardan önünde uzanan bahçeyi görüyor. Uçsuz buçaksız yeşillerin sarmalında… Çimenlerin üstü papatyalarla bezeli… Papatyalar açmış. Bahçeyi ele geçermişler sanki… Elleri önlüğüne gidiyor ama önlüğü yok üzerinde, basma elbisesi de… Bordo uzun bir sabahlık var üzerinde… Oysa sabahlık giymez ki… Başı dönüyor. Yavaş yavaş kalmaya çalışıyor, yerdeki ipek halının üzerinden… Mutfakta ipek halı olur mu hiç… Burası mutfak mı? Ayaga kalktığında olduğu yeri tanımadığını anlıyor. Üzerindekiler yabancı, bahçe yabancı, oda yabancı… ‘Karnım aç” diyen sesini duyuyor… Yavaş yavaş beliren tenceleri görüyor önce, sonra sebzeleri sanki oda mutfağa dönüşüyor. Ama Süheyla artık ahçı olmak istemiyor… Ve kahkahalarla gülmeye başlıyor. Kendisi için yemek yapması gerektiği gün ahşı olmaktan vazgeçmesine gülüyor. Kahkahalarla gülüyor…Güldükçe Ahçı Süheyla’yı sildiğini fark ediyor… Kahkahalar silgiye dönüştükçe, papatyaların arasından karanfiller beliriyor ...
Ahçı Süheyla gözlerini açtığında önce nerede olduğunun hiç anlamadı. Duygularını da, duyularını da algılama biçimi hiç alıştığı gibi değildi… Sanki kocaman bir borunun içine sıkışmıştı… Borunun metalinin soğukluğunu algılayabiliyordu, soğuk yapışıyordu sanki üzerine… Borunun içi gri bulutlarla kaplıydı sanki.. Soğuk gri bulutlardan mı, metalden mi geliyor anlayamıyor ama üşüyordu?...
Bedenini algılayamıyordu. Bedeni... Oturuyor mu? Yatıyor mu? Bedini vardı ama yoktu… Ağır ağır gri bulutların arasından görüntüler gelmeye başladı. Görüntüler bulutların arasından çaktıkça… Görüntüler… Görüngüler… Görülmeyenler… Görülenler… Gözler… Gözleri...
FLAŞ FLAŞ… Mutfağındaydi yine her zamanki gibi… Ama ben ahşı olmak istememiştim ki… Gerçekten ben nasıl, ne zaman ahçı Süheyla’ya dönüştüm… Bir zamanlar hayalleri olan, istekleri için çalışan, yaşamı neşeyle kucaklayan o genç kadın ne zaman böylesine rijit, kurallar bağımlı, bilmiş, tahammülsüz ve kendinden bir haber “ahçı Süheyla” oluvermişti… Ne zaman olmuştu bütün bunlar? Bunlar olmuş muydu? Oluyor muydu?
FLAŞ… FLAŞ… Sürekli bir koşturmaca içinde yemek pişiyor… Ahçı hiçbir yerde çalışmıyan ve taşınabilir bir mutfağında yaşıyan Ahçı Süheyla.. O nereye mutfak oraya yada tam tersi mutfak nereye o oraya… Ne zaman bu mutfağa taşındığını, ne zaman burada yaşamaya başladığını bile hatırlamıyor… Tencereler, tavalar, tepsiler, oklavalar, tabaklar, kaşıklar, kaseler, sebzeler, meyveler, baharatlar, baklagiller… Her yer tıklım tıklım ama hiç çicek yok mutfağında… Oysa felslegeni ne çok severdi. Niye bir saksı fesleğen bile koymamış ki mutfağına… Sabahtan akşama o mutfakta yemek pirişiyor, akşamdan sabaha ise ertesi gün ne pişireleceğinin planını yaparak yaşıyordu. Farkl farklı bir sürü yemek yapması gerekiyordu… Siparişler siparişler…
Onun görevi karnı aç olanları doyurmak, canı değişik bir şeyler isteyenlere istediklerini pişirip onların mutlu olmasını sağlamak… Mutsuzlara ziyafet sofraları kurmak… Hasta olanlara onları iyileştirecek çorbalar ve hoşaflar yapmak… Bazen yetişemiyor geceleri de yemek pişirek zorunda kalıyordu. Bazı günler ağrılar içinde kendini zorlaya zorlaya pişiriyordu yemekleri… Sanki o yemekleri pişirmezse herkes aç kalacakmış, herkes mutsuz olacakmış gibi.... Niye?.. Bilmiyor?... Bunu karşılıksız yapıyor oysaki, karşılıksız… Maddi, manevi hiç bir karşılık beklemeden… Peki ama neden? Nasıl inanmış bu kendini adamaya hiç hatırlamıyor… Üstünde ki önlüğün sarı lekelerine bakınca yıllardır bu önlükten başka birşeyler giymediğine ayıyor… Önlüğünün altına ki çiçekli uzun pazen elbisesi gibi… Çicekli pazen elbisesi ve önlüğü neredeyse derisi gibi olmuş… Oysa bir zamanlar severdi giyinip, süslenmeyi, takıp takıştırmayı… Ellerine bakmaya çalışıyor… Yüzükleri… O hiç parmağından çıkarmadığı yüzükleri yerinde mi acaba?...
FLAŞ… FLAŞ… Daha, daha, daha… Canı sıkılan yemek istiyor, mutsuz olan yemek istiyor, bunalımda olan yemek istiyor, mutlu olan yemek istiyor… Sadece aç olanlara yemek pişirse belki de herşey daha kolay olurdu?... Ama niye aç olanlara yemek pişirmek onun yaşam amacı olmuştu ki… Ona rağmen… Even ona rağmen… Ama o hiç ona rağmen olduğuna aymamıştı… Ahçı olmayı gerçekten hiç istememiştim… Yemek pişirmekten keyif almak, sevdiklerine güzel sofralar hazırlamak çok keyifliydi bir zamanlar… Ne zamanlardı o zamanlar? Bu zamanların öncesine başka bir zamanda mıydı yoksa?.. Zaman zaman içinde… Mutfakta yaşamanın beni ne kadar mutsuz ettiğini anlamaycak kadar mutfağa gömülmek… Sanki yemek yapmazsam yok olacaktım… Yemek yapmam lazım… Karınları aç olsa da olmasa da etrafımda ki herkesi ben doyurmakla görevliydim, herkesin mutluluğundan da, mutsuzluğundan da ben sorumluydum sanki…
FLAŞ… FLAŞ… Hatırlıyor… Onun yemekleriyle hayat bulan, belki de ahçı olmasında en büyük payı olanlardan bir tanesinin suçlamalarıyla donup kalmştı mutfağında… “O ahçı varya, o ahçı beni zehirliyordu” sözleriydi kulaklarının içinde takılı kalan… Tencereler, tavalar, tabaklar ona rağmen mutfakta devrilmeye başlamıştı… Hatırlıyor.... “Beni zehirliyordu” sözleri yankılandıkça meyveler küflenmeye, zebzeler sarırıp, yeşermeye başlamıştı… Mutfak sani küçülüyordu… Mutfak küçüldükce Ahçı Süheyla’nın nefes alması zorlaşıyordu… Nefes… Önlügüne tutundu… Neden? Neden?... Mutfağın sıvalarına karışan is bile “Neden?” diye bağırıyordu… “Neden” Neden? Kalbinin içinde sanki binlerce diken oradan oraya koşturuyordu… Dikenlere sarılmış kalbi battıkça içine batıyordu….
Kımıldayamıyor, sanki bedeni ile ayrışmış gibi… Bedeniyle şimdi mi ayrıştı yoksa… Karanfiller geliyor aklına ama neden bilmiyor. Karanfiller ona birşey ifade etmiyor ama patatyalar.. Bir de nergis ve sümbül… Mutfağının taşında mı yatıyor yoksa o kacaman borunun için de mi?
Kahkahaları duyuyor “Neden?” sorusuna dolanmış… Neden?... Sadece dudakları görüyor kahkaha atan dudaklar… Herkesi beslemek, herkeze yemekler yapmakla o kadar meşkuldun ki kendi açlığını göremedin… Sen kendini açlıkla öldürecektin… Kahkahalar…
FLAŞ… FLAŞ… Çoğu zaman yemek yemeği unuttuğunu, başkaları için çırpınıp dururken ağzına bir lokma ekmek bile atmadığı için başının dönüp durduğunu hatırlıyor hayal mayel… Kendine yemek yapacak vakti yoktu ki… Gerçektende yavaş yavaş içinin kuruduğunu hissediyor sonra böyle hissettiği için vicdan azası duyuyordu… Neden? Kahkahaları duyuyor yine “ Biraz daha böyle devam etseydin zaten açlıktan ölecektin”… “Ölecektin” sözlerini kahkalalara karışırken… Neden?...
Gri bulutlar onu bir battaniye gibi sarıyor. Artık üşümüyor… Bir iki kere hapşursa da… Gözleri sulanıyor ama hapşurduğu için mi yoksa…. Ne önemi var ki diye düşünüyor… Ne önemi var. Bulutlara sarıldıkça “Neden” sözcüğünün de bir önemi kalmıyor… Neden’ler andan ana değişirken, nedenleri anlamaya çalışmanın sonuçsuz çabası… Karanfiller kıpkırmızı… Giri bulutların içinden öylece ona göz kırpıyor… Süheyla ısrarla önlüğüne bulmaya çalışıyor… Hani önlüğüne ulaşırsa onu üzerinden çıkarırsa…
“Karnım aç!..Karnım aç yemek yemem lazım”… Oysa ki bu borunun içinde bulutlara sarılmışken… Başı dönüyor… Gözlerini acıtan güneş… Boru var mı yok mu..., Bulutlarla, bulutlarda… Gözlerini açtığı yeri tanımıyor… Taş duvarlar ve yerlere kadar inen camlar… Çamlardan önünde uzanan bahçeyi görüyor. Uçsuz buçaksız yeşillerin sarmalında… Çimenlerin üstü papatyalarla bezeli… Papatyalar açmış. Bahçeyi ele geçermişler sanki… Elleri önlüğüne gidiyor ama önlüğü yok üzerinde, basma elbisesi de… Bordo uzun bir sabahlık var üzerinde… Oysa sabahlık giymez ki… Başı dönüyor. Yavaş yavaş kalmaya çalışıyor, yerdeki ipek halının üzerinden… Mutfakta ipek halı olur mu hiç… Burası mutfak mı? Ayaga kalktığında olduğu yeri tanımadığını anlıyor. Üzerindekiler yabancı, bahçe yabancı, oda yabancı… ‘Karnım aç” diyen sesini duyuyor… Yavaş yavaş beliren tenceleri görüyor önce, sonra sebzeleri sanki oda mutfağa dönüşüyor. Ama Süheyla artık ahçı olmak istemiyor… Ve kahkahalarla gülmeye başlıyor. Kendisi için yemek yapması gerektiği gün ahşı olmaktan vazgeçmesine gülüyor. Kahkahalarla gülüyor…Güldükçe Ahçı Süheyla’yı sildiğini fark ediyor… Kahkahalar silgiye dönüştükçe, papatyaların arasından karanfiller beliriyor ...

Hiçliğin Kuyusu
Haziran 2021
Hiçliğin Kuyusu...
Anladım ki kalbim, bedenim, benliğim parçalanmadan, parça parça ayrılmadan, parçalar benden kopmadan anlayamamışım kim olduğumu yada kim olmadığımı...
Kimin içinde kim, benim içinde ben, benim içinde ki benler… Kimi zaman bana rağmen yaratılan, kimi zaman benim yarattığım, kimi zaman farkında olmadan büyüttüğüm, kimi zaman öğrenerek beslediğim benlerim, ben olduğumu sandığım kimliklerim…
Kimlikler parçalandıkça yaşanılan acı, kırıklık, ihanete uğramışlık duygusu…Kızgınlık…
Yavaş yavaş inilen o karanlık kuyu. Hiçliğin kuyusu soğuk, acımasız ve karanlık… Hiçliğin kuyusunda ikinci bir kişiye yer yok. Ya o kuyudan geçeceksin yada o kuyunun içinde kalıp başkalarını yanına çekmek için acılarına sığınacaksın, o kuyunun tek kişilik olduğunu inkar ederek. Sesini duyanlar, sana acıyanlar yanına gelmeye çalışacak ve sen onların seslerini duyup yanına geldiler sansanda aslında sanrılarla sanrılarda, kuyunun karanlığında hep tek başına kalacaksın…Kuyu korkutucu, kuyu zalim, kuyu acımasız…
Kuyuda kalmak yada kuyunun ardına geçmek, kuyuyu görmezden gelip kuyunun etrafında zaman geçirmek, kuyunun üstünü kapatım görmezden gelmek, kuyudan uzaklaşmak… Hepsini yapabilmenin özgürlüğü… Etrafımın seçimlerle örülü bir ağla kaplı olduğunu anlamam epey zaman aldı. Yaşamamımın sorumluluğunu almanın benim için tam olarak ne olduğunu anlamak gibi… Özgürlüğün anlamanı kavramak gibi..
Sözcükler ve anlamlarının aslında hepimizde ne kadar farklı yankılar yarattığını görmek… Aslında aynı olduğumuzu gördüm.. Hepimizin… İlk defa iyinin ve kötünün ötesini ve neden aynılığımızı görmekten bunca korktuğumuzu anladım... Ama aynılığımızı görmeden farklılığımızı kavrayamayacağımızı öğrendim…
Ve anladım ki; anladıklarım, bildiklerim, yorumlarım, algılarım, kavramlarım ilerlediğim patikayla belirleniyormuş… Sanki her patikanın ayrı bir dili, ayrı bir anlam dizgisi, ayrı bir algı prosesi var… Patikalar değiştikçe ben sandığım şeyde değişiyor ne zaman ki ben sandığım şeye uzaktan bakabilmeyi öğrendim işte o zaman kuyunun karanlığında yürüyebilmeye başladım. Karanlıktan korkma bir kaşif merakı ve heyacanıyla.
Ne olduğunu anlamak için ne olduğunu sandığın herşeyle vedalaşmak geriyormuş… Her veda yeni bir merhabanın anahtarıymış meğer…
Sanırım Acı her patikada var, hüzün de ama artık biliyorum ki huzur ve yaşama sevinci patikalardan tamamen bağımsızmış. Yaşama sevinci ve huzur her koşulda benim bir parçammış meger, hep içimde taşıdığım benden hiç ayrı olmayan, orada öylece bana kendini hatırlatmaya çalışan…
Ömrüm boyunca birazcık huzur için kendimi oradan oraya fırlatmam gerekmiyormuş meğer, başkaları için yaşamam, bana söylenenleri yapmam, iyi bir insan olmam, çalışmam, çabalamam hepsi boş birer çabaymış meger… Huzur içimde bir yerde öylece beni beklerken…
Zenginlik, şöhret, alkışlar, takdirler, paralar ise tıpkı acı ve mutluluk gibi gelip gidiyormuş… Gel- gitler… Bizi bize hatırlatmaya çalışan… Bizi bizden kurtarmaya çalışan gel--gitler…
Mutluluğun peşinden koymayı bıraktığımda anladığım ne kadar çok beklenti yüklemişim omuzlarıma… Beklentiler… Kendimden, çocuğumdan, ailemden, dostumdan, arkadaşımdan, sevgilimden… Sadece mutlu olmak için… Küçücük beklentiler… Ama hep beklentiler...
Her beklentimin bana bir zincir daha vurduğunu çok geç anladım. Ama anladım… Mutluluk ve acı yaşamımın geçişi misafirleriylmiş meger. Bazen sık sık, bazen ara sıra beni ziyaret eden. İkisinin de devamlılığı yokmuş meğer, ikisi de kalıyı olmuyormuş. Ne zaman ki hem acıya hem mutluluga, benliğimi onlarla bütünleştirmeden, uzaktan bakabildim işte o zaman “Bu da geçer” demeyi öğrendim.
Kuyunun yolu uzun biliyorum ama artık karanlıkta yolumu bulmuyı, gözümün ışığına güvenmeyi ve herkesi serbest bırakmayı öğrendim. Benim bir tek sorumluluğum var o da kendi hayatımın sorumluluğu. Kendi seçimlerimle, kendimle, kendi yolumda, hiçliğin kuyusunda…
Hiçliğin Kuyusu...
Anladım ki kalbim, bedenim, benliğim parçalanmadan, parça parça ayrılmadan, parçalar benden kopmadan anlayamamışım kim olduğumu yada kim olmadığımı...
Kimin içinde kim, benim içinde ben, benim içinde ki benler… Kimi zaman bana rağmen yaratılan, kimi zaman benim yarattığım, kimi zaman farkında olmadan büyüttüğüm, kimi zaman öğrenerek beslediğim benlerim, ben olduğumu sandığım kimliklerim…
Kimlikler parçalandıkça yaşanılan acı, kırıklık, ihanete uğramışlık duygusu…Kızgınlık…
Yavaş yavaş inilen o karanlık kuyu. Hiçliğin kuyusu soğuk, acımasız ve karanlık… Hiçliğin kuyusunda ikinci bir kişiye yer yok. Ya o kuyudan geçeceksin yada o kuyunun içinde kalıp başkalarını yanına çekmek için acılarına sığınacaksın, o kuyunun tek kişilik olduğunu inkar ederek. Sesini duyanlar, sana acıyanlar yanına gelmeye çalışacak ve sen onların seslerini duyup yanına geldiler sansanda aslında sanrılarla sanrılarda, kuyunun karanlığında hep tek başına kalacaksın…Kuyu korkutucu, kuyu zalim, kuyu acımasız…
Kuyuda kalmak yada kuyunun ardına geçmek, kuyuyu görmezden gelip kuyunun etrafında zaman geçirmek, kuyunun üstünü kapatım görmezden gelmek, kuyudan uzaklaşmak… Hepsini yapabilmenin özgürlüğü… Etrafımın seçimlerle örülü bir ağla kaplı olduğunu anlamam epey zaman aldı. Yaşamamımın sorumluluğunu almanın benim için tam olarak ne olduğunu anlamak gibi… Özgürlüğün anlamanı kavramak gibi..
Sözcükler ve anlamlarının aslında hepimizde ne kadar farklı yankılar yarattığını görmek… Aslında aynı olduğumuzu gördüm.. Hepimizin… İlk defa iyinin ve kötünün ötesini ve neden aynılığımızı görmekten bunca korktuğumuzu anladım... Ama aynılığımızı görmeden farklılığımızı kavrayamayacağımızı öğrendim…
Ve anladım ki; anladıklarım, bildiklerim, yorumlarım, algılarım, kavramlarım ilerlediğim patikayla belirleniyormuş… Sanki her patikanın ayrı bir dili, ayrı bir anlam dizgisi, ayrı bir algı prosesi var… Patikalar değiştikçe ben sandığım şeyde değişiyor ne zaman ki ben sandığım şeye uzaktan bakabilmeyi öğrendim işte o zaman kuyunun karanlığında yürüyebilmeye başladım. Karanlıktan korkma bir kaşif merakı ve heyacanıyla.
Ne olduğunu anlamak için ne olduğunu sandığın herşeyle vedalaşmak geriyormuş… Her veda yeni bir merhabanın anahtarıymış meğer…
Sanırım Acı her patikada var, hüzün de ama artık biliyorum ki huzur ve yaşama sevinci patikalardan tamamen bağımsızmış. Yaşama sevinci ve huzur her koşulda benim bir parçammış meger, hep içimde taşıdığım benden hiç ayrı olmayan, orada öylece bana kendini hatırlatmaya çalışan…
Ömrüm boyunca birazcık huzur için kendimi oradan oraya fırlatmam gerekmiyormuş meğer, başkaları için yaşamam, bana söylenenleri yapmam, iyi bir insan olmam, çalışmam, çabalamam hepsi boş birer çabaymış meger… Huzur içimde bir yerde öylece beni beklerken…
Zenginlik, şöhret, alkışlar, takdirler, paralar ise tıpkı acı ve mutluluk gibi gelip gidiyormuş… Gel- gitler… Bizi bize hatırlatmaya çalışan… Bizi bizden kurtarmaya çalışan gel--gitler…
Mutluluğun peşinden koymayı bıraktığımda anladığım ne kadar çok beklenti yüklemişim omuzlarıma… Beklentiler… Kendimden, çocuğumdan, ailemden, dostumdan, arkadaşımdan, sevgilimden… Sadece mutlu olmak için… Küçücük beklentiler… Ama hep beklentiler...
Her beklentimin bana bir zincir daha vurduğunu çok geç anladım. Ama anladım… Mutluluk ve acı yaşamımın geçişi misafirleriylmiş meger. Bazen sık sık, bazen ara sıra beni ziyaret eden. İkisinin de devamlılığı yokmuş meğer, ikisi de kalıyı olmuyormuş. Ne zaman ki hem acıya hem mutluluga, benliğimi onlarla bütünleştirmeden, uzaktan bakabildim işte o zaman “Bu da geçer” demeyi öğrendim.
Kuyunun yolu uzun biliyorum ama artık karanlıkta yolumu bulmuyı, gözümün ışığına güvenmeyi ve herkesi serbest bırakmayı öğrendim. Benim bir tek sorumluluğum var o da kendi hayatımın sorumluluğu. Kendi seçimlerimle, kendimle, kendi yolumda, hiçliğin kuyusunda…
bottom of page